9 Nisan 2012 Pazartesi


                            Ölüme  Toplanan  Yapraklar


Sonsuz  bir  zemin…

Üzerinde  geniş  aralıklarla  mezarların  yayıldığı, ucu  bucağı  olmayan  dümdüz  bir  zemin…

Bitimsiz  toprağın  bir  zerresini  olsun  kıpırdatacak  hava  akımından  yoksun, bir  yönünün  diğer  yönleriyle  farksız  olduğu, bir  aynılık  tabiatının  hüküm  sürdüğü  bir  zemin…

Bu  öyle  bir  aynılık  ki, sonsuzluk  hissi  veren  görüntü  aynı  zamanda  çok  dar  ve  ufak  bir  kara  parçasına  da  bürünebiliyordu. En  alçak  bir  fısıltıya  boyun  eğmeyen  sessizlik, kurduğu  hakimiyetle  mezartaşlarını  daha belirgin  kılıyordu. Onların  ihtişamlı  büyüsünü  arttırıyordu. Üzerinde  zemine  örtülmüş çarşaf  izlenimi  bırakan, muhtevasında  hiçbir  gök  cisminin  bulunmadığı, kapkara, sonsuz gökyüzü. Mezartaşları  yazılarının  sapsarı  parıldayışları, göğün  saçtığı  karanlıkla  birleşerek  zeminde  loş  bir  görünüm  oluşturuyordu. Bu  kuvvetli  parıldayışlar  yazıların  biçimlerini  yansıtıyor, art  arda dikilmiş  taşlarda  belirgin  motifler  oluşturuyordu. Etrafında  mezarlardan  başka  hiçbir  varlığın  bulunmadığı  bu  zemin  muhteşem  bir  tekdüzelik  örneği  oluşturuyordu. Şaşmaz biçimde  bütün  mezarların  ve  taşların  ortalama  bir  insan  boyu  uzunluğundaki  düzeni, taşların  her  birinin  aynı  yönde  ve  aynı  derecede  hafif   biçimde  sola  devrik  görünüşleri, bu  tekdüzelik  manzarasının  kendinde  farklılık  oluşturacak  bir  varlığı  şiddetle  arzu  ettiğini  hissettiriyordu.

Çok  geçmeden  bu  şiddetli  arzuya  cevap  verildi. Mezarlardan  birinin  üzerine  uzanmış  bir  adam  göründü. Gözleri  kapalı. Yatağına  henüz  yatmış  birinin  uyumaya  çalışmasını  andırıyordu. Uzun  aralıklarla  hareket  ediyor, sağa  sola  dönüyordu. Bir  süre  sonra  hareketleri  kesildi. Uykuya  daldı.

         &                                            &                                            &

Adam  birkaç  saat  sonra  şiddetli  esen  rüzgar  ve  onun  sesiyle  uyandı. Gözünü  açtığı  anda  simsiyah  gökyüzü  ile  karşılaştı. Yavaşça  kalktı. Etrafa  baktı. Afalladı. Uyku  sersemliği, şaşkınlık ve  azımsanamayacak  derecede  korkuyla  yoğurulmuş  bir  ruh  haliyle  gördüklerine  anlam  vermeye  çalıştı. Korku  vücudunu  gittikçe  sarıyordu. Ne  olduğunu, buraya  nasıl  geldiğini  bilmiyordu. Öldüğü  fikri, bu  sorulara karşı  zihninde  beliren  tek  cevaptı. Şimdi  bir  mezartaşı  çölünün  ortasındaydı. Hiçbir  hayat  belirtisinin  olmadığı  bu  yerde  yalnızlığın  çoğul  acısını  duyuyordu.

Ayakta  beklemenin  korkuyu  daha  da  arttıracağını  düşünerek  yürümeye  başladı. Fakat  birkaç  adım  sonra  durdu. Nereye  baksa  mezar. Nereye  gitse  sanki  hiç  yer  değiştirmeyecekmiş  hissine  kapılıyordu. Sonsuzluğun  timsali  olan  bu  mechul  yer, adama  artık  sıkıntı  veriyordu. Ona  çok  dar  ve  sınırlı  bir  alan  gibi  geliyordu. Bir  labirente  atılmış  hissiyle  umutsuzca  hangi  yöne  gideceğini  düşünüyordu.

Rüzgar, sesiyle  birlikte  adamın  dikkatini  kendine  çekmişti. Rüzgarın  sert  fakat  ılık  esişi  adama garip  gelmişti.Aynı  zamanda  çıkardığı  ses de  adamda farklılık  uyandırmıştı. Zihninde  bir  an  tanıdığı  bir  gürültü  belirdi. Bu seste  bir  hayat  kırıntısı  seziyordu. Manzaranın  tümüne  hakim  olan  sessizliği  bir  nebze  unutturan  bu  ses, durgunluğun  ve  ölgünlüğün  bağrına  eserek  onların  uyandırdığı  müdhiş  korkuyu  hafifleten  bu  rüzgar  adama  biraz  cesaret  vermişti. Rüzgarın  estiği  yöne  doğru  hareket  etmeye  başladı. Korkunun  neden  olduğu  tehlikeli  kuruntularla  taşların  arasından  çekinerek  yürüyordu. Bir  an  durdu. Önündeki  taşın  yazıları  yabancı  değildi. Hemen  çevresindeki  taşları  da  incelemeye  başladı. Arap  harflerinden  oluşan  bu  yazılar  gördüğü  bütün  taşlarda  aynıydı. Yazıları  şekillerinden, kıvrımlarından  tanıdı. Fakat  bu  yazıları  bir  türlü  okuyamıyordu. Gördüğü  bütün  taşların  aynı  olması, bu  sonsuz  zemindeki  taşların  da  aynı  olmasını  düşündürüyordu. Korkusu, şaşkınlığı  bir  kat  daha  arttı. Zihni  bulandı. Yazıların  değişmezliği  zihninde  kendi  ismini  canlandırdı.

Kendini  gayretlendirerek  aynı  yönde  ilerledi. Önüne  çıkan  her  taşa  bakıyor, onu  öncekilerle  karşılaştırıyordu. Değişmez  bir  aynılık. Kendine  yapılan  bu  ağır  şakayı  beynini  parçalarcasına  düşünerek  bayağı yol kat etti. İleriye  bakınca  uzak  bir  noktada  sanki  bu  aynılığı  bozan  bir  şey  gördü. Yaklaştıkça  diğer  taşlardan daha  büyük  olduğunu  kestirdi. Hızını  arttırdı. Yeteri  kadar  yaklaştıktan  sonra tehlike  hissiyle  durdu. Karşısında  diğerlerinden  iki  kat  büyük  bir  mezartaşı  ve  boş  bir  mezar  vardı. Çukurdan  hafif  sesler  geliyordu. Bir  insan  sayıklamasıydı. Taştaki  yazıyı  zor  da  olsa  kestirdi. Diğer  taşlardaki  yazının  aynısıydı. Kendine  cesaret  verip  ona  doğru  yürüdü. Fakat  bu  mezar  adam  yaklaştıkça  geri  gidiyor, gözden  kayıyordu. Aradaki  mesafe  değişmiyordu. Biraz  daha  uğraştıktan  sonra  adam  durdu. Boş  mezardan  gelen  insan  sayıklaması  gittikçe  yükselmeye  başladı. Anında   adam  bunun  kendi  sesi  olduğunu  fark  etti. Ne  dediği  anlaşılmayan  kendi  sesi  daha  da  yükseliyordu. Adamın  yüzü  sararıyor, korkusu  sınırlarını  zorluyordu.

Ses  en  sonunda  kesintisiz  bir  çığlığa  dönüştü. Kendi  sesini  duydukça  çıldıracak  gibi  oluyordu. Bundan  kaçmak  için  hemen  geriye  doğru  koşamaya  başladı. Fakat  o  ne  kadar  giderse  mezar  ve  çığlık  da  onunla  birlikte  geliyor, aradaki  mesafe  sürekli  korunuyordu. Mezara  yaklaşamadığı  gibi  şimdi  de  ondan  kaçamıyordu. Adam  çaresiz  durdu. Belki  de  durmak  zorunda  hissetti. Çok  yorgundu. Kulaklarını  esir  alan  bu  çığlığı  kabullenerek  oturdu. Mezartaşının  birine  sırtını  dayadı. Rüzgarın  sesiyle  birleşen  bu  çığlık, adama  yaşam  ve  ölümün  birlikteliği  gibi  geliyordu. Çığlığın  baskınlığı, adama, ölüme  lanet  ettirdi.

Birazdan  rüzgar  hafiflemeye, ses  ve  çığlık  azalmaya  başladı. Adam  da  gittikçe  bitkinleşiyordu. Bir  ara  dalmış, sonra  tekrar  uyanmıştı. Mezardan gelen  çığlık  tekrar  sayıklamaya  dönüştü. Rüzgar  ve  sesiyle  beraber  tamamen  kesildi. Adam  tekrar  uykuya  dalmış, ilk  baştaki  durumuna  geri  dönmüştü.

         &                                            &                                            &

İhtiyar  uyandı. Üzerindeki  ağır  yorganı  kaldırmaya  gücü  yetmeyince  bir  süre  hareketsiz  kaldı. Yorganın  ucundaki  çenesini  okşayan  kırmızı  iplik  parçasını  güçlükle  söküp  divanın  altına  bıraktı. Gözlerini  tavana  dikti. Kabusu  düşünüyordu. Senelerdir  huy  haline  getirdiği  sakallarını  karıştırmaya  başladı. Gözlerinde  en  ufak  bir  şaşkınlık, korku  yoktu. Bu  yaşına  kadar  birçok  kez  aynı  kabusu  görmüştü. Her  görüşünde  içinden  kendi  çığlıklarının  yükseldiği  o  büyük  mezara  biraz  daha  yaklaşıyordu. Şimdiye  dek  gördüğü  kabusları  iyi  hatırlıyordu. Fakat  taşlardaki  yazıları  kabus  anında  okuyamadığı  gibi  uyandığı  zaman da  hatırlayamıyordu. Yine  de  onlarda  kendi  isminin  yazdığına  emindi. Az  bir  yolunun  kaldığını  düşünerek  sabrının  karşılığını  alacağı  için  seviniyordu.

Gücünü  toplayıp  yorganı  üstünden  attı. Bir  hamlede  kalktı. Sabahın  itici  soğuğunu  çıplak  kollarında  hissetti. Aceleyle  dışarıdan  odun  getirip  sobayı  yaktı. Sonra  takvimin  o  günkü  yaprağını  koparıp  ayaküstü  okudu. Kitaplığından  büyükçe  bir  zarf  çıkardı. İçindeki  takvim  yapraklarını  aldı. Yeni  kopardığı  yaprağı  da  tarihsel  sırayla  diğerlerinin  üzerine  koyarak  zarfa  kapattı. Camın  önünde  duran  küllüğü  aldı. İzmaritleri  kızgın  bir  şekilde  yanan  sobaya  attı. Koltuğuna  devrildi. Bir  sigara  yaktı. Eli  sehpanın  üzerindeki  radyoya  uzandı. Fakat  dokunmadan  geri  geldi. Bozuk  olduğunu  bir  an  unutmuştu. Sobanın  gürültüsünü dinlemeye  başladı.



                                                                           Mustafa  Barca


15 Mart 2012 Perşembe

                                               Ölüm  Sonatı

Koyu  ve  donuk  bir  öğle  vaktiydi. Sobanın  kalın  gürültüsüyle  yağmurun  huzur  dolu  o  ince  melodisi  bir  yaşam  sonatı  oluşturacak  şekilde  adamın  kulağına  doluyordu.

Sobanın  yanına  oturmuş  -yapacak  hiçbir  şeyi  olmadığı , olsa  da  yapamadığı  için- babasının  ölmeden  önce  bıraktığı  kitabı  okuyordu . Babası  kitabı  verirken  ölümünden  üç  gün  sonra  okumasını  söylemişti . Bir  hikaye  kitabı :  Lazarus.

Hikaye  kahramanlarına  pek  aldırış  etmezdi . O zamana  kadar  okuduklarından  kendine  uygun  bir  kahraman  görememişti. Okumaya  da  bu  yüzden  uzun  bir  süre  ara  vermişti . Fakat  babasının  vasiyeti  niteliğindeki  bu  kitaba  başka  bir  merakla  bakmış , onu  ayrı  bir  dikkatle  okuyordu .

Gittikçe  daha  çok  gömülüyordu . Hikayenin  baş  kahramanı  Lazarus , okuyucusunu  kendine  sarmayı  oldukça  kolay  başarmıştı . Adeta  onu ablukaya  almıştı . Sıkıntılı , sayıklayan  ve  ölgün  bir  karakter  olmasına  karşın…

Sona  yaklaşmıştı  ki  iki  paragrafın  boşluğuna  sıkıştırılmış  yazılar  gördü. Yazı  gayet  düzgünce  ve  kurşun  kalemle  yazılmıştı. İki  cümle : ‘’Mezarıma  gel! Resmimi  kır! ‘’

Hikayeyi  bitirdi . Gözlerini  kapatıp  malum  yaşam  sonatını  dinleyerek  düşünmeye  başladı. Kitabı  okumadan  önce  ona  büyük  bir  huzur  ve  ferahlık  veren  bu  müzik  artık  onda  dayanılmaz  bir  iç  karartısı  ve  bıkkınlık  uyandırıyordu. Ve  bir  de  ölme  arzusunu …                                                                            

Yaşam  sonatı  yerini  ölüm  sonatına  bırakmıştı...


                            &                         &                         &


Her  tarafı  çamurlanmış  bir  halde  mezarlıktaydı. Kısa  bir  göz  gezdirmeden  sonra  babasının  mezarını  kolaylıkla  buldu. Mezar  taşının  önünde  durup  şişkin  toprak  üzerindeki  solmuş  tek  güle  bakarak  düşünmeye  koyuldu.

Düşünceleri  ona  müdhiş  bir  cesaret  vermişti. Hemen  harekete  geçip  mezar  taşının  üst  tarafındaki  babasının  simgesi  olan  resmi  bir taş  darbesiyle  kırdı. Alçı  resim  parçalara  ayrılarak  toprağa  döküldü. Resmin  yerinde  şimdi  küçük  bir  bölme , bölmenin  içinde  de  rulo  halinde  bir  kağıt  vardı.Yavaşça  kağıdı  çıkardı. Açtığında  içinden  küçük  bir  şeyin  düştüğünü  gördü. Yerden  alıp  kısa  süren  incelemeden  sonra  cebine  attı  ve  kağıdı  okumaya  başladı :

‘’Oğlum ! Eğer  senin  üzerinde  biraz  da  olsa   bana  karşı  bir  saygı  bırakabildiysem  ölümümün  üçüncü  gününde  bu  kağıdı  okuyor  olacaksın. Beni  sevmediğini  biliyorum. Ben  hayattan  bıkmış , hiçbir  heyecan  taşımayan  biriyim. Ne  yazık  ki  sen  de  bana  benziyorsun. Ben , sana  karşı  davranışlarımda  her  zaman  bunu  değiştirmek , senin  hayata  bağlı, hayatı  seven  biri  olman  için  uğraştım. Fakat  ne  yazık  ki bunu  başaramadım. Bu  bir  hastalık  gibidir  oğlum. Benden  sana  bulaştı. Senden  de  başkasına  bulaşacak.

Biliyorsun  ki  herkes  benim  ecelimle  öldüğümü  biliyor. İntihar  ederek  öldüğümü  yalnız  sen  biliyorsun. Burası  bana  göre  bir  yer  değildi. Öyle  tahmin  ediyorum  ki  senin  için  de  durum  aynı. Sana  verdiğim  kitap  beni  etkilediği  kadar  seni  de  etkileyecektir, bundan  eminim. Ve  senin  usanmışlığını  daha  da  dizginleyecek. Çok  benimsediğim  bir  söz  vardır  oğlum : ‘’Ya  olduğun  gibi  yaşa , ya  da  olamadığın  gibi  öl.’’  Yaşam , öncesi  ve  sonrası  olmayan  bir  ölümdür. Ben  olmaktan  bıktım  ya  da  hiç  olamadım.Bunu  maalesef  sana  da  bulaştırdım. Kendimden  nefret  ediyorum. Beni  affetmeni  hiçbir  şekilde  isteyemem  fakat  senden  başka  bir  şey  isteyebilirim :

Kağıdı  aldığın  zaman  içinde  küçük  bir  kapsül  bulacaksın. Onu  al  ve  benim  yaptığımı  yap.Yoksa  bu  illet  giderek  yayılacak. Senden  son  isteğim  budur. Bunu  yapmak  da  sana  kalmış. ‘’

Önceden  bazı   şeylerde  bir  hayat  kırıntısı  bulmaya  uğraşırdı. Ve  kendini  bunlarla  kandırırdı. Onların  da  zamanla  yavanlaştığının  farkına  varmış  fakat  bunu  her  düşüncesinde  inkar  etmişti. Babasının  bu  sözlerini  düşünürken  adam  kendini  daha  iyi  tanımaya  başlıyordu. Kuşkusuz  onun  yaşına  geldiğinde  o  da  aynı  şekilde  olacaktı. Asıl  içindekinin  ne  olduğu  ortaya  çıkmıştı.  Babasının  sözleri  onun  içine  ayna  tutmuş  ve  hissiyatını kesinleştirmişti. Lazarus’u  da  onu  harekete  geçirmek  için  kullanmıştı. Artık  şüphe  duymuyordu.

Mezara  dönüp  şöyle  seslendi : ‘’Baba! Lazarus  hala  ölmedi. Bizim  ölmemiz  onu  ortadan  kaldırmaz . Fakat  belki  onu  yavaşlatabilir. ‘’

Yere  çöktü  ve  mezarın  başında  ağlamaya  başladı. Babasının  ölümüne  duyduğu  acıdan  değil , yaşamın  ona  verdiği  yüce  bıkkınlık  duygusundan  dolayı  ağlıyordu. Yıllar  önce  okuduğu  bir  şiirin  birkaç  dizesi  beynine  vuruyordu :

                   öyle  bir  müzik  düşlüyoruz
                   hayatın  en  küçük  kırıntısından  yoksun
                   isteğimiz  bile  değil  artık
                   bir  virgüldeki  yalancı  sessizlik

Elini  cebine  atıp  kapsülü  çıkardı. Aynı  şiirdeki  o  yüce  dinginlik  hissine  ulaşmak  için  namütereddid  kapsülü  yutup  hayatına  o  küçücük  ve  yuvarlak  noktayı  koydu .


                                                                 
                                                                           Mustafa  Barca

  

12 Mart 2012 Pazartesi

                                      Nerden  Nereye

         Neden  hep  yavaş  yürürsün  ki , dedim.
         Sanki  zor  bir  soruymuş  gibi  gözlerini  indirip  düşünmeye  başladı.

        
         Hava  kararalı  çok  olmuştu . Kaldırım  boyunca  kimse  yoktu.


         Sen , her  şeye  karşı  bir  çabukluk  durumuna  itilmişsin.
         Ben  ise  birçok  durumda  geride  kalıp , o  duruma  önce  uzaktan
         bakmak  ve  bir  karar  verdikten  sonra  ona  göre  hareket  etme  öz-
         gürlüğüne  sahibim , dedi.

         Ve  ekledi :

         Gel  şöyle  yapalım : Sen  önden  hızlı  bir  şekilde  giderek  olayları,
         ve  durumları  gözle . Ben  ise  yere  ve  arkama  bakarak  yavaştan ge-
         leyim. Ve  sonra  ikimizin  de  gördüklerimizi  ve  hissettiklerimizi  bir-
         leştirelim. Ne  dersin?

         Kaostan  bir  düzen  yaratmak , dedim . Zor ,fakat uğraşılmaya değer.


         Biraz  sonra yolumuza  devam  ettik , aramızda  gittikçe  artan  mesafe-
         lerle ...
  

                                                                                                                                                                                            Mustafa  Barca

9 Mart 2012 Cuma

GEÇMİŞTEN GELEN ADAM

Adam kıraathaneden içeri girdi ve bir çay istedi. Bir yetmiş beş boylarında ve zayıftı. Saçlarının uçlarındaki kırlaşmalara rağmen ancak otuz yaşında görünüyordu. Kılık kıyafeti ve tavırları buralı olmadığını belli ediyor, belki de yüz çeşit insan olan bu yerde yüz birinci tip olarak hemen göze batıyordu. Daha çay gelmeden tabakasını çıkarmış, tütün sarmaya başlamıştı. Çay geldiği zaman bir küp şeker aldı ve çaya attı. Büyük bir hırsla karıştırmaya başladı. Dertleri de şekerle beraber eriyecekmiş gibi karıştırıyordu. Kaşığın bardağa çarpışında çıkan o ses her tekrar edişinde dertleri biraz daha eriyecek gibi… Muzdarip ifadesi, sigarasını içiş şekli ve sık sık uzak bir noktaya dalması dertli olduğunu doğrular nitelikteydi. Çayını bitirdiğinde cebinden küçük, plastik bir çay markası çıkardı ve bardağın kenarına bıraktı. Kahveci çırağı atladı: “Beyim o burada geçmez, hangi yılda yaşıyorsun?”

Adam düşündü. Sahiden hangi yılda yaşıyordu?

                                                                                    Oğuz Ayaydın

3 Mart 2012 Cumartesi

                                                                              YANILGI

Kadın bir gece ilk kez alkole bulaştırdı ağzını.
Yalan.
İlk değildi. Hem o gece içmedi. Işığı kapattı ve mastürbasyon yaptı. Sonra dayanamadı, onu aradı. Sesinde yine bir kadın izi. Biliyordu sonrasını. Uyudu.
Sabah uyandığında nefes almaya bile üşeniyordu. Sancılı bir kahvaltı faslının ardından yürümeye karar verdi. Üst geçitte döndü baktı yeşil denize, griydi gökyüzü. Öyle ya onu böyle havalar mahvederdi. Oturdu bir banka denizi seyretti. Onu gördü, ilk buluştuklarında yüzünde belirmiş olan mimiklerini de almış yanına kendisine doğru geliyordu. Hepsi hepsi bir hayaldi. Bir karga kıyıdaki korkuluğa kondu. Diğer kargalar uçuyordu, ötüştüler. Kadıköy’den gelen bir vapur yaklaştı iskeleye. Başında onlarca martı vardı. Denize martı olmak vapur olmakla mümkün, diye düşündü. Görme umuduyla saatlerce dolaştı. Yorgun düştü, eve gitti, yatağa attı kendini.

İnsanın hak etmediklerini yaşaması yaşatanın haksızlığıdır. Vazgeçti o adamdan.
Kitaplarını halının üzerine dağıttı. Bir müzik açtı. Devamını bilmiyordu. Ee? Yani ne olurdu bundan sonra?

İnsan işte bilmez ve yola çıkar.

                                                                                                             ≈

Adam bir gece yanında uyuyan kadını öptü. Siyah çarşaf ve ten rengi, uyum içerisindeydi. Telefonu çaldı. Sevinç, bir şeyleri örtme isteği, suçluluk karışınca hangi duygu çıkar? O her ne ise umutlu bir duyguydu. Sesinde başka kadının izi varken neyin umuduydu bu? İzin sahibiyle sevişti. Çok özeldi hani bu kadın da, böyle söyledi adam. Anlık özellik.

Ayrı kalacaklar kısa bir süre sonra ve “uzaklık” deyip vazgeçecekler. İnsan işte, boşalır ve unutur. Abartmamalı.

                                                                                                             ≈

Kadın bir gece yatağında ölüm gibi sustu. Ertesi akşam odasına gelen arkadaşı yatağın üzerine dökülmüş kitapları öksüz buldu. Birkaç kalem, makyaj malzemeleri ve şarkı söyleyen Birsen Tezer...

Günlüğün son sayfası açık. "Aynı şehirde/Sen varsın/ Ben varım/ Biz yokuz" dizeleri. Ölürken aklında Cemal yoktu muhakkak. O vardı, belki olanları duyduğunda tepkisinin ne olacağını hayal etti. İnsan işte, tepki verir ve devam eder. Çok düşünmemeliydi üzerinde.

Adam cenazeden sonra izli kadına evlenme teklifi etti dediler.

Belki yazar yine yanıldı. Yazar da bir insan sonuçta, yanılır ve geçer.

                                                                                                                                    Gözde  Esin

1 Mart 2012 Perşembe

                                                               ALAY

Yokuşun başında dört kişi. Ayak bileklerinden çaprazlama bağlanmışlar. Bağ incelmiş, bağ acıyor.

Bir kadın yokuşu çıkıyor yalnız başına. Yokuşun başında üç kişi. Birinin yanından geçerken fark ediyor bir erkekle kavga ettiğini. Fedakarlık diyorlar birbirlerine. Fedakarlık, minnetlik bir şey. Minnet kötü.

Yokuşun başında iki kişi. Karşı kaldırımdaki bir kadınla sevişiyor. Kadın kısa. Erkek mutlu.

Yokuşun başında bir kişi. Yanında takım arkadaşları… Takım samimi, takım şaşkın, takım düşünceli.

Yokuşun başında tek kişi şimdi. Yüzünde diğer üç kişinin de ifadesi…

                                                                                                                                        Gözde  Esin

29 Şubat 2012 Çarşamba


                                                       artık
       
               binlerce  yıllık  hasretimiz
                  ve  nedir
                  ölgün  bir  sayıklamayla
                  günleri  geçirdiğimiz

                  bıkmak  keskin  çığlıklarından
                  buruşmakta  olan  dünyanın
                  her  fırsatta  seni  kovalayan
        devasa  kanatlı  tayflarının

        öyle  bir  müzik  düşlüyoruz
          hayatın  en  küçük  kırıntısından  yoksun
        isteğimiz  bile  değil  artık
        bir  virgüldeki  yalancı  sessizlik                    

        artıyor  gittikçe 
        o  yüce  dinginlik  hissine 
                  hasretimiz

                 şimdiye  dek  hiç  görmediğimiz
        inancımızdaki  son  hasretimiz

        binlerce  yıllık  hasretimiz
        küçücük  ve  yuvarlak
        hepimize  ve  tabiata  yeter

        nokta

                                                                 

                                                                        Mustafa  Barca